Geçtiğimiz günlerde merkez üssü İstanbul olan, çevre illerde ve Sakarya’da da hissedilen deprem sonrasında ölüm olgusunu yeniden düşünmeye başladım. Ölüm neydi? Ölümden korkuyor muydum? Ölüme nasıl bakıyorum?
Ölüm, kelime anlamıyla herhangi bir canlının yaşamının sonlanması, bitişi demek. Canlılar kadar cansız varlıkların da bir sonu oluyor bence. Bir hissi, bir duyguyu da buraya ekleyebiliriz. Bir dondurma bittiğinde mutluluğun ölümü, bir yüz gülümsediğinde hüznün ölümü olabilir. Tükenmiş bir kalemi atamadığımızı da unutmayalım mesela. Çünkü bittiğinde vazgeçemediğimiz, ayrışamadığımız her şey ölümle olan ilişkimizle bağlantılı. Burası uzun bir mesele olduğu için şimdilik sadece gerçek bir ölümü ele alarak bir şeyler yazmak istiyorum.
Neden ölümden korkarız?
Bir gün balkonda otururken uzun uzun düşündüm bunu. O esnada dışarıdan ağlayan bir bebek sesi geldi. Sonra bebeği düşündüm. Dünyaya geliş hikayesini. İlk nefesini. İlk sesini. Tüm kötülüklerden korunduğu, güzelce beslendiği, karanlık olsa da nerede olduğunu bildiği bir yerden geliyordu, anne karnından. Bir şekilde yolunu bulup da gözünü açtığında ışıkla tanıştı, dünya. Karanlık gerçekten korkunç muydu, dünya gerçekten aydınlık mıydı; bilmiyordu. Ağladı, zırladı, gözlerini sımsıkı kapattı. Ne var ki bu öyle uzun bir kapanış olmadı.
Dünyaya olan adaptasyonu bu şekilde başladı. Ayaklarından asılıp baş aşağı dururken yaşama geldiği dünyanın belkide o an farkına vardı. Ancak o, minik bir insandı. Müthiş uyum gücü ve azami gayretiyle yaşama başladı. Gel zaman, git zaman yasak elmanın cennette değil, dünyada yendiğini anladı. Yeri geldi o da tattı. Bazıları bir miktar abarttı. Bu iptila hali insan ile dünya arasındaki bazı ilişkileri besledi, güçlendirdi. Gösteriş, tutku, ihtiras, kibir… insan maskeyi keşfetti. Bir tane yetmedi, binlerce ekledi. Öyle ki, yaşam sadece bu dünyadan ibaretti ve sanki sadece ve sadece insan yaşıyordu!
Unuttu. İnsan unuturdu. Çünkü “ins” kelimesinden gelen “insan” unutmak anlamındaydı. Annesinin karnındaki konforunu unuttu. Dünyaya gözlerini açarken ağladığını unuttu. Çocukken kanattığı dizindeki yarayı unuttu. İlkokuldaki silgisini, 3. Sevgilisini, turla gittiği gezisini, kovulduğu işini, terkettiği kedisini unuttu. Tüm bunları unutan insan, geldiği o mekanı nasıl hatırlayabilirdi?
Alıştı. İnsan, dünya yaşamına alıştı. Büyüdü, serpildi, okudu, evlendi… tüm bu süreçlerde elma yemeye devam etti. Hikmet elmada mıydı bilinmez, insan her şeye alıştı. Alışmakla kalmayıp sanki hep böyleymiş gibi kabullendi. İnsan, tek yaşamın bu dünyada olduğunu düşünmeye başladı. Nereden geldiğini hatırlamadığı gibi nereye gideceğini de bilmiyordu.
Korktu. Tüm bu bilinmezlikler içerisinde insan korkmayı öğrendi. Ölümden, yıkımdan, kayıptan… Sanki güneş hiç batmıyor gibi, sanki yaz hiç bitmiyor gibi, sanki elma hiç çürümüyor gibi düşündü. Yaşamın döngüsünü unuttu. Hayat insan için, bir vitrinde sergilenen saat gibi geldi. İzledi, gözledi; aldı, benimsedi; korudu, kolladı ve kaybetmekten korktu.
Sonra insan, her şeyi unutup yeniden başladığı o yaşamın da bir sonu olacağını hiç düşünmedi. Düşündüğünde korktu. Korktuğunda yaşamdan kaçtı. Kaçtıkça ölümden uzaklaşacağını zannetti. Ancak ölüm, onun için ve herkes için bir nefes kadar yakındı.
Her ölümü hatırladığında ızdırap çekti. Bir bilinmezliğe gitmenin elîm ızdırabını. Oysa ki bir bilinmezlikten gelmişti. Geldi, öğrendi, bildi. Belki gideceği yerde de böyle olacaktı. Belki de bir bilinçle gidecekti. Kim bilebilir? İnsan korkuya teslim olup ‘bilinçli bir gidiş’ düşünmeyi hep erteledi.
Peki sizce gerçekten ölümden korkmalı mıyız?